Bugün yaşadığımız borç krizi, geçmişte tecrübe edilen borç krizleriyle birçok yönden benzerlik göstermektedir. Yazımızda borç krizinin nedenlerini geçmiş tecrübelerden yola çıkarak araştırmayı, nasıl bu noktaya geldiğimizi anlamayı ve bundan sonra yapılabilecekleri tartışmayı hedeflemekteyiz. Reinhart ve Rogoff “bu defa farklı” isimli kitabında finansal krizlerin 800 yıllık tarihini incelemiş ve yaşanılan krizlerin esasında birbirlerinin tekrarı olduğunu ve her defasında o günkü şartların eskisinden farklı olduğu yanılsamasına düşüldüğünü belirtmişlerdir. Bu çalışmamızda, tarihin görece çok sınırlı bir dönemi olan, küresel finansal sistemin oldukça entegre hâle geldiği, sermaye hareketlerinin büyük ölçüde serbestleştiği 1990 yılı sonrası dönemde yaşanan finansal krizleri ele alıyoruz.
Bir ülkenin toplam borcunu analiz ederken borcun alındığı yeri (Yurt İçi, Yurt Dışı), borçlanmayı yapan kesimi (Kamu, Finans Sektörü, Reel Sektör, Hanehalkı) ve borcun vadesini (uzun vadeli, kısa vadeli) bilmek önem arz etmektedir. Son dönemde görülen borç krizlerinin çoğu yurt dışından alınan döviz borçlarından kaynaklanmaktadır, bu yüzden çalışmamızın odağında dış borç olacaktır. Ancak yurt içi borçlar da göz ardı edilmemelidir, nitekim Rogof’un kitabında belirttiği üzere yüksek iç borç oranları da krize neden olabilmektedir. Dış borçlanma konusunda gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasında önemli bir ayrım vardır. Gelişmiş ülkelerin çoğu (Amerika, Avrupa Ülkeleri, İngiltere, Japonya) dış borçlanmayı rezerv para olarak kabul edilen kendi paralarıyla yaptıkları için kriz dönemlerinde parasal genişleme yoluna gidip krizi aşabilmektedir. Gelişmekte olan ülkeler ise çok ciddi kur risklerine maruz kalmakta ve bu ülkelerin dışarıdan kaynak bulma zorunlulukları doğmaktadır (Mishkin, 1998). Mikro ölçekli düşündüğümüzde borçlanmanın iki temel gerekçesi vardır: İlki üretim, ikincisi tüketim. Üretim amacıyla alınan borç, borcu alan kişi veya kurumun t zamanında alacağı anapara ile t+1 zamanında anaparanın faizinden daha fazla kar elde edeceği düşüncesiyle alınır. Tüketim amacıyla yapılan borç ise t zamanında yapılmak istenen tüketim düzeyi için gelir/servet yeterli düzeyde olmadığında, t+1 zamanına kadar alınan borcun anaparası ve faizini karşılayacak kadar gelir elde edileceği düşüncesiyle alınır. Mikro düzeydeki bu olguyu makro düzeyli düşündüğümüzde üretim maksadıyla borçlanan kesimin reel sektör, tüketim amacıyla borçlanan kesimin hanehalkı, hem üretim hem tüketim için borçlanan kesimin ise hükümet olduğunu kabaca söyleyebiliriz. Finansal kesim ise t zamanda faiz karşılığı aldığı anaparayı (mevduatı), t+1 zamanda anapara + daha fazla faiz olarak döneceği düşüncesiyle kredi olarak verir. Böylece borç alan ve veren taraflar arasında aracılık yaparak hem tüketim hem üretim için kaynak sağlar.
Borç verimli şekilde kullanıldığında, üretkenliği, büyümeyi, refahı artırıcı yönde katkı sağlayabilir. Ancak her hâlükârda borçlanmanın bir limiti, ölçüsü olmalıdır çünkü alınan her borcun maliyeti, külfeti vardır. Hükümetlerin, şirketlerin, hanehalklarının ne nispette borçlanmalarının faydalı olacağı ise t ile t+1 zamanları arasındaki farka yani borcun vadesine, bu sürede borçlanan kesimin göstereceği ekonomik performansa ve borçlanan kesimin elindeki varlıkların t+1 zamandaki değerine bağlıdır. Bu yüzden borcun sürdürülebilirliği ile ilgili çalışmalarda ölçüt olarak Borç/GSYH, Borç/Varlıklar gibi oranlar kullanılmaktadır. Borçlanarak yükümlülük altına giren birimlerin borçlarını ödeyememe riski vardır ve büyük ölçekli borç ödeyememe durumunda finansal/ekonomik krizler oluşur. Ekonomik birimler arasındaki etkileşim hem sektörel bazda hem de küresel ölçekte yüksek düzeyde olduğu için krizler hızlı ve yıkıcı şekilde gerçekleşmektedir. Borcun ödenememesinin temel nedeni borç alırken ileride kazanılması beklenen net gelirin/kârın faiz oranlarının gerisinde kalmasıdır. Dış borçlar özelinde borcun ödenememe nedenlerini incelediğimizde başta ülkeye gelen sermayenin/sıcak paranın azalması yer alır. net sermaye girişlerinin azalmasına ülke ekonomisine olan güvensizlik, başka ülkelerde daha yüksek kâr elde edebilme potansiyeli, politik gerekçeler gibi birçok etmen neden olabilir. Ülkeye gelen döviz azaldığında ülkenin para birimi döviz karşısında değer kaybeder ve bu durum krizin bir diğer önemli nedenini oluşturur. Döviz borcu olan birimlerin gelirleri/ kârları döviz cinsinden olmadığı için t+1 zamanda ödenmesi gereken yerli para cinsinden borç t zamanda hesap edilenin üzerine çıkar ve böylece reel faiz oranı yükselmiş olur. İş bu noktaya geldikten ve risk algısı yükseldikten sonra iç ve dış piyasalarda ülke ekonomisine karşı panik oluşursa krizin oluşma ihtimali oldukça yükselmektedir.
Ülkelerin gerek kamu gerek özel sektör tarafından yurtdışından borçlanma sebeplerini, büyüme yolundaki ekonomilerin yurt içindeki tasarruflarının istenilen yatırım düzeyi için yeterli olmamasıyla, gelişmiş ülkelerdeki parasal genişleme politikalarından ötürü gelişmekte olan ülkelere uygun faizli kredi sunulmasıyla, döviz kurunun düşük olması sebebiyle artan iç talebin ve ithalatın finansman ihtiyacıyla açıklayabiliriz.
1994 Meksika Krizi
1981 yılına kadar nispeten istikrarlı bir ekonomik yapıya sahip olan Meksika, bu tarihte yaşadığı borç krizi nedeniyle uzun yıllar toparlanamamıştır. (1981-1988 arası yıllık kişi başı GSYH değişimi ortalama %-2’dir.) 1988 yılında ekonomiyi istikrara kavuşturmak amacıyla “the pact for economic solidarity” kısa adıyla “pacto” isimli sözleşme ile program uygulanmaya başlanmıştır. Bu program kapsamında kamu kurumları büyük ölçüde özelleştirilmiş, ülke ekonomisini rekabete açmaya yönelik adımlar atılmış, döviz kuru çapası belirlenerek sıkı para ve maliye politikalarıyla enflasyon dizginlenmeye çalışılmıştır. Bu dönemde atılan adımlar sayesinde 1987 yılında %160 seviyesinde olan enflasyon 1994 yılında %7 seviyesine kadar düşmüştür. Bütçe dengesi büyük ölçüde sağlanmış, ülkeye büyük oranlarda sermaye girişi olmuş ve rezervler artmıştır. Ancak yine bu dönemde büyüme oranları düşük düzeyde seyretmiş, tasarruf oranları düşmüş ve cari açık artmıştır. Krueger ve Tornell (1999) cari açığın oluşmasını kurun aşırı değerli seviyede tutulmasına bağlamış, bu durumun ithalatı artırıcı, ihracatı azaltıcı yönde etkide bulunduğunu ifade etmiştir. Kasım 1993’te Meksika’nın nAFTA’ya üyeliğinin kesinleşmesiyle ülkeye giren sıcak para girişi artmış ve bu durum kurun daha da değerlenip ithalat ile cari açığın artmasına neden olmuştur (Cari Açık/GSYH %8). 1994 yılına gelindiğinde ülkedeki politik karmaşalar (ayaklanmalar, politik suikastler) ve gelişmiş ülkelerdeki (özellikle Amerika’daki) yükselen faiz oranları gibi nedenlerden dolayı rüzgâr yön değiştirmiş ve sermaye çıkışları başlamıştır. Tesobono (ABD doları cinsinden kısa vadeli kağıtlar) stokunda 1 sene içinde 27 milyar $’a yakın artış görülmüş ve hükümet borç ödeme zorluğu içine düşmüştür. Peso’nun değer kaybını önlemek için merkez bankasının döviz rezervleri hızla azaltılmış ve 22 Aralık 1994’te kur dalgalanmaya bırakılmıştır. Değer kaybeden para birimi ve yüksek faizler dolayısıyla Meksika borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmiş ve 31 Ocak 1995’te uluslararası kuruluşlar yardım paketini açıklamışlardır.
1997 Asya Krizi 1997 yılında, o tarihe kadar ekonomik olarak hızla büyüyen Uzakdoğu Asya Ülkelerinde (Endonezya, Malezya, Filipinler, Hong Kong, Singapur, Tayland, Güney Kore) ekonomik kriz baş göstermiştir. Krizin başlıca sebepleri olarak: Ülkelerin uzun süreli yüksek cari açık vermeleri, yüksek borç oranları, yetersiz rezervler, ülke paralarının dolar karşısında hızla değer kaybetmesi, finansal denetimin yetersiz olması ve siyasi belirsizlik olarak sıralanmıştır.
Asya krizinin diğer bir nedeninin hükumetlerin yüksek büyüme oranları elde etmek için bazı firmaların ve/veya endüstrilerin doğrudan desteklenmesi, yatırımlarına garanti verilmesi ve bu şirketlere kredi desteği sağlanması olduğu belirtilmiştir. Yatırımların finansmanı için yurtdışından alınan borç paraların verimli şekilde kullanılamaması, şirketlerin karlılık oranlarının düşük olduğu hâlde yüksek borç yüküyle karşı karşıya kalmasına neden olmuştu. Örneğin 1996 yılında, Kore’deki en büyük 30 konglomeradan (büyük ölçekli holdinglerden) 20’sinin yatırımdan elde ettiği kâr, yatırım maliyetinin gerisinde kalmış ve nitekim 1997 yılında krizin hemen öncesinde bu 30 konglomeranın 7 si fiilen batık duruma düşmüştü.
Kriz riskini artıran faktörlerin başında gelen yüksek borçluluk oranlarıdır. 1996 yılının sonuna gelindiğinde krizi yaşayan ülkelerin ortalama kısa vadeli yükümlülüklerin toplam yükümlülüklere oranı %50’nin üzerindeydi. Dahası finansal kırılganlığın göstergelerinden biri olan kısa vadeli yurtdışı yükümlülüklerin yabancı para rezervlerine oranı Kore, Endonezya ve Tayland’da %100’ün üzerindeydi. Krizi yaşayan ülkelerden Tayland, Malezya, Filipinler, Kore ve Endonezya’nın cari dengeleri 1990-1997 arası dönemde milli gelirlerine oranla ortalama %5 dolayında açık vermiştir. Yine bu ülkelerin para birimleri 1997 yılında dolar karşısında sırasıyla %78, %52, %52, %107 ve %151 oranında değer kaybetmiştir. 1997 yılında, o tarihe kadar kısmen yabancı yatırımcılar tarafından şişirilen hisse senedi ve gayrimenkul piyasalarının gerilemesi de varlık fiyatlarını önemli ölçüde düşürmüş ve bu durum krizin derinleşmesine neden olmuştur. Asya krizini yaşayan ülkelerin büyüme oranları krizden önceki dönemde ortalama yıllık %7 gibi oldukça yüksek bir oranda seyretmiştir. Bu ülkelerin büyüme oranları sadece krizden önce ki 1996 yılında bariz bir şekilde düşmüştür. Örneğin Kore, 1995’te %8.9 büyümüşken, 1996 yılında %7.1 büyümüştür. Paul Krugman yazdığı bir makalede, Asya ülkelerindeki toplam faktör verimliliğinin ekonomik büyümeye katkısının düşünülenden daha az olduğunu ve yüksek büyüme oranlarının sürdürülebilir olmadığını ileri sürmüştür. Yüksek büyüme oranları, ekonomilerin gerçek kapasitelerinin üzerinde olduğu algısı oluşturduğu için bu ülkelerde yatırım ve tüketim harcamalarını finanse etmek üzere yabancı ülkelerden yüksek miktarlarda sermaye girişine neden olabilmektedir. Ülkeye giren sermaye akışının durma ve çıkma ihtimali olduğu için paradoksal şekilde yüksek büyüme oranları ekonomileri krizlere açık hâle getirebilmektedir. Bu duruma bir örnek olarak krizden hemen önceki dönem olan 1979-1981 yıllarında Meksika ve şili’nin ortalama %7 büyümesi gösterilebilir.
2001 Arjantin Krizi
Arjantin ekonomisi uzun yıllar yüksek enflasyon, yüksek bütçe açıkları, düşük büyüme gibi kronik iktisadi problemlerle karşı karşıya kalmıştır. 1991 yılında uygulamaya konulan istikrar programı ile enflasyon oranı %84’ten %0 düzeylerine kadar çekilmiş 1991-1998 yılları arası ortalama büyüme %7 seviyesine ulaşmış, kur 2001 yılına kadar sabit tutulmuş ve bütçe dengesi eskiye nazaran oldukça iyileştirilmiştir. Ancak yine bu dönemde paranın değerli olmasından ötürü 1998 yılında %14 seviyesine varan yüksek cari açık ve yüksek düzeyde borçlanma gerçekleşmiştir. Dışarıdan gelecek olan sermaye girişleriyle sıcak paraya bağımlı hâle gelen Arjantin ekonomisinin kırılganlıkları artmıştır. 1997 Asya krizinden ve 1998 yılında Rusya’nın borçlarının bir kısmını ödeyemeyeceğini ilan etmesinin ardından gelişmekte olan ülkelerin birçoğundan sermaye çıkışları olmuştur. Arjantin ekonomisi 1999 yılına gelindiğinde %3.8 küçülmüş fakat uygulamaya koyduğu programa IMF ile 2000 yılında yapılan stand by antlaşması sayesinde devam edebilmiştir. 2000 yılında %0.5 büyüyen Arjantin, 2001 yılına gelindiğinde kuru daha fazla sabit tutamamış ve dalgalanmaya bırakmıştır. 2002’de %300’e varan devalüasyon olmuş, ekonomi %11 oranında küçülmüş ve ekonomi tam anlamıyla resesyonun içine sürüklenmiştir.
Aşağıda örneklerle açıkladığımız ekonomik krizlerin en göze çarpan ortak noktaları kriz öncesi yüksek oranda cari açık verilmesi, cari açığın yurtdışından gelen sermaye/sıcak para ile finanse edilmesi, yüksek dış borç oranları, sermaye girişinin durması sonucu kurun
değerlenmesi ve borcun ödenemez hâle gelmesidir. Mishkin Meksika krizini değerlendirdiği yazısında gelişmekte olan ülkelerin her ne kadar düşük faiz oranları, ülkenin büyüme iştahı gibi tahrik edici nedenler olsa da dövizle borçlanma konusunda dikkatli ve ölçülü olmaları gerektiğini vurgular. Borçlanmanın denetimsiz, kontrolsüz bir şekilde tamamen serbest piyasanın dinamiklerine göre gerçekleşmesi tahribatı artırmaktadır. nitekim çalışmsında borçlanmanın bir sosyal planlayıcı tarafından optimize edilmesinin kriz olasılığını ve krizlerin olumsuz etkilerini önemli ölçüde azaltacağını göstermektedir. N e var ki sermaye hareketlerinin tamamen serbestleştiği 1990 sonrası dönemde denetimi ve kontrolü sağlamak kolay olmamaktadır. Ülkeye sermaye girişini engellemek yerine firma ve şahısları bilgilendirici, yönlendirici çalışmalarda bulunularak borca olan talep dengelenebilir. Ayrıca borcun miktarı kadar nerede kullanıldığı da önemlidir. İhracata yönelik sektörler döviz geliri sayesinde borcu kolaylıkla çevirebilecekken, tüketime yönelik borçların geri ödenmesi daha zordur.
1994 ve 2001 Türkiye Finansal Krizleri
2002 öncesi yüksek enflasyon, yüksek kamu borcu, yüksek faiz oranları, cari açık gibi kronik iktisadi problemleri olan Türkiye defalarca finansal kriz yaşamıştır. Ekonominin sorunlarını çözme maksadıyla uygulamaya konulan programlar başarılı olamamış, kırılgan iktisadi yapıya sahip olan ekonomi büyük ölçekli resesyonlara maruz kalmıştır. Her ne kadar 2002 sonrasında Türkiye’nin ekonomik yapısında köklü değişikliler ve önemli iyileşmeler olduysa da geçmiş yıllarda yaşanılan borç krizlerinden günümüz için alınacak dersler olduğunu düşünüyoruz.
1994 Krizi
1989 yılında 32. Madde ile alınan karar ile sermaye hareketleri tamamen serbest bırakılmasıyla ve yabancıların hisse senedi alımına müsaade edilmesiyle ülkeye büyük miktarda döviz girişi olmaya başlamıştır. Krizi tetikleyen unsur 1994 yılına gelindiğinde sermaye girişlerinin durması ve dövizin aşırı değerlenmesi olmuştur (1 Ocak 94 - 7 nisan 94 arasında dolar %163 yükselmiştir). 1994 yılına kadar ülkeye giren döviz TL’yi değerlendirmiş, ithalatı ve cari açığı artırmıştır. Yine bu dönemde kamu kesimi ağırlıklı olarak yurtiçindeki bankalardan aldığı borçlardan dolayı yüksek borç yükü altındaydı. Yurtiçindeki bankalar yurtdışından dövizle borçlanıp hazineyi fonluyorlardı, TL’nin hızla değer kaybetmesi sonucu borçlar ödenemez duruma geldi . Tablo 7’deki makroekonomik verilere baktığımızda 1994 krizi öncesinde yüksek dış borcun cari açığın ve kamu açığının olduğunu görüyoruz. Hükümetin 90’lar boyunca kamunun yüksek oranda açıklar vererek, iç talebi körükleyici politikalar(1989 yılında memura verilen %200 zam gibi) izlemesi popülizm olarak adlandırılmıştır. 1993 yılının ortalarından itibaren kamunun ödediği yüksek faiz oranlarını düşürebilmek için piyasaya yüksek oranda likidite enjekte edilmiştir. Faizin idari kararlarla düşürülme çabası olarak nitelendirilen bu karar, fazla likiditenin dolara yönelmesiyle kurun yükselişini hızlandırmıştır. Kriz neticesinde ülke 1994’te %6 küçülmüş, yarım milyona yakın insan işsiz kalmış, enflasyon %130’a tırmanmış ve ülke IMF ile anlaşmak zorunda kalmıştır.
2001 Krizi
1990’lı yıllar boyunca yüksek enflasyon, yüksek faiz oranları ve yüksek kamu borcu gibi ekonomik sorunlar çözüme kavuşamamıştır. 1994 krizinden sonra 5 nisan 1994’te alınan kararlar da tablo5te görüleceği üzere ekonomiyi istikrara kavuşturamamıştır. 1999 yılının sonuna gelindiğinde faiz oranlarını düşürmek, enflasyonu kontrol altına almak ve bütçe disiplinini sağlamak amacıyla IMF destekli istikrar programının uygulanması kararlaştırılmıştır. Program kapsamında nominal döviz kuru çapası ile kurun belli bir aralıkta seyretmesi hedeflenmiştir. Baskılanan kur, iç talebi, ithalatı ve borçlanmayı artırıcı yönde etki yapmıştır. Her ne kadar kurun kontrol edilmesi ile enflasyonun düşürülmesi hedeflendiyse de hızla düşen faiz oranlarının ve değerlenen TL’nin iç tüketimi dolayısıyla enflasyonu artırması sonucu hedefin gerisinde kalınmıştır. 2000 yılının Kasım ayına gelindiğinde bankaların döviz açığını kapatabilmek için dövize yönelmesi ve devalüasyon beklentisinden dolayı dolara olan talebin artmasıyla ekonomi ilk ciddi sarsıntıyı geçirmiştir. Kasım krizi olarak adlandırılan bu süreç, yüksek faiz oranları, önemli TCMB rezerv kayıpları ve IMF’in programı destekleyeceğini açıklaması ile yatıştırılabilmiştir. 2001 yılının şubat ayına gelindiğinde ise artık mızrak çuvala sığmamış ve başbakan ile cumhurbaşkanı arasındaki tartışmanın tetiklemesiyle kriz patlak vermiştir. 2001 krizinin önemli nedenlerinden biri de bankacılık sektörünün iyi düzenlenmemiş olmasıdır. nitekim kriz sonrasında birçok banka batmıştır.
Türkiye’nin Güncel İktisadi Durumu ve Borçluluk Düzeyi
Türkiye ekonomisinin son 6 ay içinde zorlu bir döneme girdiğini ve ekonomide kriz riskinin oluştuğunu görmekteyiz. Son 6 aylık dönemin öncesine kadar ekonominin nasıl seyrettiği hakkında tablo 7’deki makroekonomik göstergeler fikir vermektedir. Verileri incelediğimizde ülke ekonomisinin yüksek büyüme oranlarını, geçmişe nazaran düşük ve istikrarlı enflasyon oranlarını yakaladığını görmekteyiz. Bununla beraber uzun yıllar cari açık verildiği ve bu açığın dış borç ile finanse edildiği de görülmektedir. İncelenen dönemde toplam bürüt dış borç stokunun hızla arttığını ve GSYH’nın %60’ına yaklaştığını görmekteyiz. Yapılan bir araştırmaya göre gelişmekte olan ülkelerde Dış borç/ GSYH’nın %50 yi geçtiği ve enflasyonun %10’un üzerinde olduğu durumlarda kriz görülme ihtimalinin %68 olduğunu belirtilmektedir. Son iki çeyreğe kadar kurun nispeten dengeli seyrettiğini, merkez bankasının faizi düşük tutarak kredi hacmini ve parasal genişlemeyi artırıcı yönde politikalar izlediğini söyleyebiliriz. Türkiye’de büyümenin ve borçlanmanın arttığı genişleme döneminde dünyadaki finansal ekonomik gelişmeler sıcak para girişlerine elverişli idi. Gelişmiş ülkelerdeki düşük faiz oranları, gelişmekte olan ülkelere yüksek miktarlarda sermaye girişlerine neden oluyordu. Son 1-2 yıldır rüzgârın yön değiştirmiş ve gelişmiş ülkelerin faiz oranları yükselmeye başlamıştır. Büyümesi ve yatırımları dış kaynaklara bağımlı olan Türkiye ekonomisinin kaynak bulması zorlaşmış, aşırı değerlenen döviz kurundan dolayı mevcut borçların ödenmesi zorlaşmıştır.
Daha önceki krizlerden ve günümüzde yaşadığımız problemlerden anladığımız kadarıyla ekonomik krizlerin arkasında ölçüsüz, plansız, kontrolsüz şekilde borçlanmanın yattığını görmekteyiz. Her ne kadar değişken siyasi gelişmeler, spekülatif ataklar krizler üzerinde etkili olsa da temel sebep ekonomilerin sağlam temeller üzerine bina edilmemesindendir.
2018 yılının 2. çeyrek verilerine göre Türkiye’nin toplam bürüt dış borç stoku 457 milyar Dolar düzeyine ulaşmıştır. Toplam dış borç stokunun vade yapısının yıllar içerisinde çok değişmediğini ve kısa vadeli dış borçların, uzun vadeli dış borçlara oranının %25 seviyesinde seyrettiğini görmekteyiz (Tablo 3). Kriz dönemlerinin bir alameti de kısa vadeli borçların toplam borç içerisindeki payının artmasıdır, bu konuda Türkiye’nin mevcut durumunun iyi olduğunu söyleyebiliriz. Bürüt borç başlıca kamu ve özel sektör borçlarından oluşmaktadır. 2000 yılından önce kamu dış borcunun toplam dış borç içindeki payı %50-60’ı kadarken 2000 sonrası %25-30 seviyelerine gerilemiştir. 2000 sonrası genel olarak kamu bütçesinin dengeli olduğunu, fazla açık vermediğini söyleyebiliriz; buna 2002-2016 yılları arasında yapılan 60 Milyar dolarlık özelleştirmelerin büyük katkısı olmuştur. Kamu dış borçları içinde dikkat çeken bir husus da kamu bankalarının son yıllarda diğer bankalara oranla daha fazla borçlanmalarıdır. Kamu bankalarının toplam banka dış borçları içindeki payı 2008’de yaklaşık %6 iken, bu oran düzenli olarak yükselmiş ve bu gün %30’a gelmiştir. Günümüzde 140 milyar dolar dış borç stoku, onun yaklaşık bir buçuk katı kadar yani 220 milyar dolar değerinde iç borç stoku olan kamunun toplam borcu (360 Milyar Dolar), Maastricht kriterlerine göre limiti %60 olarak belirlenen Kamu Borcu/GSYH oranının gerisindedir. Diğer yandan Özel sektörün dış borç stoku 1990’dan bu yana yaklaşık 100 kat artmıştır. Özel sektör dış borcunun vade yapısına baktığımızda yıllar içerisinde uzun vadeli borçların toplam borçlara oranla arttığını görüyoruz. Her ne kadar uzun vadeli borçlar avantajlı görünse de kurun aşırı yükselmesi sonucu borcun ödenmesi zorlaşabilmektedir. Özel Sektör borcunun nerelere harcandığı detaylı olarak aşağıda incelenmiştir.
Borç Stoku uzun vadede birikimli olarak sürekli artma eğilimindedir. Ekonomik birimler bir yandan borç alır, bir yandan alınan borçları vadesi gelince öder. Borcun ödenebilmesi yukarıda açıkladığımız gibi borç alan tarafın borcun faizinden daha fazla gelir, kâr elde edebilmesine bağlıdır.
Bu bağlamda Tablo 4’te 2010 sonrası yıllık borç stokuyla ilgili oranlar verilmiştir. 2018 yılının sonunda, doların yükselmesiyle dolar cinsinden milli gelirin azalması sonucu toplam bürüt dış borcun GSYH’nın %60’ına ulaşması beklenmektedir. Bu oran gelişmekte olan ülkeler içerisindeki en yüksek dış borç/GSYH oranıdır.4 Borç stokunun ihracata oranının da 2012 yılından sonra hızla yükseldiğini görüyoruz, bu oranın yüksekliği borcun daha çok ihracata konu olmayan sektörler tarafından alındığına delalet eder. Son olarak Merkez bankası BRÜT rezervlerinin kısa ve uzun vadeli borç stokunu karşılama oranlarının 2016 sonrası hızla azaldığını görmekteyiz. Yukarıdaki kriz örneklerinde değindiğimiz gibi kriz öncesinde merkez bankasının döviz rezervlerinde hızlı azalış görülmektedir.
Özel sektör borcunun sektörel dağılımı Ülkemizdeki dış borcun önemli bir kısmı(%70) özel sektörden kaynaklanmaktadır. Özel sektörün borcunu 2002 sonrası dönem için incelediğimizde günümüze kadar toplam borcun 7 kattan fazla arttığını görmekteyiz. Özel sektör borç stokunun içindeki kısa vadeli borçlar, uzun vadeli borçların yaklaşık yarısı kadardır. Merkez bankasının 2018 yılının 2. Çeyrek verilerine göre kısa vadeli toplam dış borç stoku 115 milyar dolardır. Bu borcun %54’ü özel (%34) ve kamu bankalarından (%20), %40’ı ticari kredilerden, kalanı da Merkez bankası ve diğer kurumlardan kaynaklanmaktadır. Bankalardan kaynaklı kısa vadeli dış borç stoku 2010-2018 arasında %20 artarken, ticari kredilerden kaynaklı borç stoku %100 artmıştır. 2018 yılı 2. Çeyreğinde bu ticari kredilerinin yaklaşık % 90’ını ithalat borçları oluşturmaktadır. Son dönemde ithalat borcunun önceki yıllara göre oldukça az arttığını görmekteyiz. Bu durum ithalata dayalı olan büyümenin yavaşlayacağına işaret eder.
Bugün uzun vadeli özel sektör borcunun yaklaşık yarısı finansal sektörden, diğer yarısı da reel sektörden kaynaklanmaktadır. Finansal sektörün borçluluğu sadece 2008 küresel krizinin akabindeki 2 yıllık dönemde ve 2018 yılında bir miktar azalmış diğer yıllar düzenli bir şekilde artmıştır. Finansal olmayan şirketlerin yani reel sektörün yurtdışından aldığı uzun vadeli borcun ayrıntılı tasnifi Tablo 5’te yapılmıştır. Tabloyu incelediğimizde reel sektör dış borç stokunun 2008 yılına kadar çok hızlı bir şekilde arttığını, kriz dönemiyle beraber bir miktar azalıp uzunca bir süre yatay seyrettiğini, 2014 yılında tekrar kriz öncesi dönemdeki düzeye geldiğini ve o tarihten günümüze kadar düzenli olarak arttığını görmekteyiz. 2002-2008 yılları arasında borç stokunun %400’den fazla artmasında düşük kur ve hızla büyüyen ekonominin finansman ihtiyacının etkili olduğunu düşünüyoruz. Kriz sonrası dönemde 2010’dan itibaren reel sektör borç stoku artsa da artış oranının düşük olduğunu görmekteyiz. Kurun nispeten düşük olduğu 2013 öncesi dönemdeki borçlanma oranının 2013 sonrası döneme göre daha düşük olması o dönemde temkinli olunduğunun göstergesi olarak kabul edilebilir. Borç stokunun dağılımına baktığımızda Sanayi sektörünün borçluluğunun 2008 yılına kadar hızla arttığını, bu tarihten sonra yatay seyrettiğini görüyoruz. Diğer yandan Hizmetler sektörünün borçluluğu 2013 yılına kadar Sanayi sektörüyle yaklaşık olarak aynı oranda artarken, 2013’ten sonra önemli ölçüde ayrışmıştır. Hizmetler sektöründeki yüksek borçluluğun başlıca inşaat sektörüyle alakalı sektörlerden kaynaklandığı görülmektedir.
Finansal sektörün dış borcunun yaklaşık %90’ı bankalardan geri kalanı sigorta şirketleri, holdingler gibi kurumlardan kaynaklanmaktadır. Bankalar yurtiçindeki kredi talebini karşılamak için yurtiçindeki mudilerin parası yeterli olmayınca, yurtdışından düşük faizli krediler alarak bunu yurtiçinde satar. Bankaların yurtdışından aldıkları kredileri hangi alanlarda kullandırdıkları ile ilgili veriye ulaşamadık. Ancak genel olarak bankaların hangi alanlar için kredi kullandırdıkları bilgisine sahibiz (Tablo 6). Tabloda görüldüğü gibi 2018 yılında Mevduat bankaları kredilerin yaklaşık %25’ini hanehalkına, %70 kadarını da finansal olmayan şirketlere vermektedir.5 Yurtdışından alınan finansal borçların geri ödenebilmesi, yurtiçindeki şirketlerin ve hanehalklarının ekonomik olarak iyi durumda olmasına bağlıdır. Hanehalkı borcunun yıllar içinde hızla arttığını ve toplam borç stokunun önemli bir bölümünü oluşturduğunu görüyoruz, (2010 yılından sonra yaklaşık %300). Aynı dönemde ortalama bir vatandaşın yıllık gelirinin nominal olarak %300 artmadığını söyleyebiliriz. Örneğin en düşük memur maaşı 2010 yılında 1215 lira iken 2018 yılında 2840 TL olmuştur, yani artış %150’den azdır. Bu durum hanehalkarının olmayan paralarını harcama oranlarının yüksek olduğuna işaret eder. şirketler için de benzer değerlendirmeyi yapabiliriz. Örneğin inşaat sektörünün yurtdışından aldığı uzun vadeli borç stokunu (banka kredileri hariç) 2010 2017 yılları arasında ilgili yılların ortalama döviz kurlarına göre TL cinsinden hesapladığımızda artış %600’e yakındır ve aynı dönemde sektör nominal olarak %300 büyümüştür. Bu durum biriken borcun sektörün büyümesinin gerisinde kaldığını gösteriyor ve borcun ödenememesi durumunda bazı inşaat şirketlerinin batması ihtimalinin yüksek olduğuna delalet ediyor.
Geçmişten günümüze Dünya’nın farklı bölgelerinde birçok defa borç krizleri yaşanmıştır. Alınan borcun geri ödenememesi sonucu ortaya çıkan borç krizleri ekonomilerin küçülmesine, iflaslara, refah kaybına, yoksulluğun ve işsizliğin artmasına neden olur. Temelde birbiriyle alakalı olan yüksek cari açık, yüksek bütçe açığı ve yüksek borçlanma oranları gibi faktörler ekonomilerin kırılganlığını artıran başlıca makroekonomik göstergelerdir. Geçmişteki kriz örneklerini incelediğimizde en çarpıcı ortak nokta olarak döviz kuru düşükken ülkelerin dış borç stokunun hızla yükseldiğini ve kur yükselince borcun ödenemez hâle geldiğini görmekteyiz. Bu yüzden yabancı para ile borçlanma literatürde “temel günah” olarak adlandırılmıştır. Türkiye’nin toplam borcunun milli gelire oranı (yaklaşık %160) OECD ülkelerine kıyasla düşük seviyededir, ancak toplam dış borç stokunun milli gelire oranı diğer ülkelere kıyasla oldukça yüksektir. Her ne kadar toplam borcun milli gelire oranı şimdilik diğer ülkelere kıyasla düşük görülse de dövizin hızla değerlenmesi durumunda bu oranlar da hızla değişebilir. Dış borcun ödenebilmesi için ülkenin dövize ihtiyacı vardır. Dövizin artırılmasının yolu ise ithalatın azaltılmasından, ihracatın artırılmasından geçer. Ancak Türkiye’de ihracatın ithalata bağımlılığı yüksek olduğundan ithalatın düşmesi sınırlandırılmaktadır. İçinde bulunduğumuz durumdan az zararla çıkabilmek için tüketime yönelik ithalatın azaltılması, kamunun ve özel sektörün israfı olabildiğince engellemesi, ihracatın hükümet tarafından güçlü şekilde desteklenmesi ve organize edilmesi, katma değeri yüksek sektörlere yatırımın teşvik edilmesi gibi politikalar takip edilebilir. Mevcut durumda kamu borcunun düşük olması, batma riski olan büyük şirketlerin devlet tarafından desteklenmesini gündeme getirmektedir. Bu durumda özel şahıs ve kurumların hatalarının bedelini tüm halk, hatta doğmamış çocuklar ödeyecek demektir. Krizin halkın düşük gelirli kesimlerindeki etkisinin hafifletilebilmesi için vergilendirmenin daha adil yapılması, zekâtın kurumsallaştırılması gibi adımlar atılabilir.
Yazar: Arş. Gör. Yasir Küçükşahin
Kaynak: Bilimevi Dergisi (4. Sayı)