Hayatınızın en verimli zamanlarını, gençlik yıllarınızı hapishanede geçirdiniz, çok ağır işkenceler gördünüz ve yıllar sonra suçsuz olduğunuz anlaşıldı, dışarı çıktınız. Küsmediniz mi, öfkelenmediniz mi?
1970’li yıllarda işkenceler sadece cezaevinde yapılmıyordu. Ondan önce tutuklanmada, gözaltında da sağ sol ayrımı denmeden herkese farklı işkenceler yapılıyordu. Tek tip elbise giydirilme baskıları yapılıyordu meselâ, psikolojik olarak çökertme, bezdirme işkenceleri... Bizim derdimiz yönetimle değildi, yasalarla ilgiliydi. Yasalara küssek ne olur küsmezsek ne olur?
İNANIYORUM
Ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu durum malûmunuz. Coğrafyamızdan kan akıyor. Durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya barışı yakalarsa düşünce ve inancım diyor ki, bütün acılarımız sona erer. Hapiste yatarken ve dışarda hep düşündüm, inandım. Bir gün barış bir kardelen çiçeği gibi filizlenecektir. Buna inanıyorum.
Birçok insanın kötü gözle baktığı sokak çocuklarına, madde bağımlısı çocuklara ve hükümlü çocuklarına kucak açıyorsunuz, onlara babalık ediyorsunuz. Bir evlâdınızın savcı olduğunu biliyoruz. Bir diğer evlâdınız da üniversiteyi bitirdi ve şimdi sizinle aynı tiyatro sahnesinde ve çok başarılı... Neler hissediyorsunuz?
Bildiğiniz üzere bir çok evlâtlar var. Hiç birisi ötekileştirilmeden büyütüldü. Herkes tuttuğu takımı seçmekte özgürdür, hepsinin kendi tercihleri var. Onları bazı şeyleri dayatmadan, zorlamadan büyüttüm. Ama hepimiz bir çatı altında toplandığımızda koskocaman bir aile oluyoruz. Eşim ve ben çocuklarımızla gurur duyuyoruz. İşkencelerden dolayı kendi çocuğumuz olmadı. Ama bize yaradan 23 tane evlât verdi. Ve minnetim Yaradan’a ve bu ülke insanınadır. Yanımda aynı sahnede rol aldığımız Resul, küçüklüğünden itibaren kendi kavgasını yaptı. Su sattı, işportacılık yaptı. Ama hep dik durdu. Afyon Kocatepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema ve Televizyon bölümünü bitirdi. Ülkemin barış ve sevda dolu filmlerini çekeceğine inanıyorum. Evlâtlarımın ve ülkemin çocuklarının yolları açık olsun.
PİKEYİ ÜZERİME ÇEKİP ÇOK AĞLADIM
Cezaevindeyken okulunuza devam ettiğinizi ve konservatuvarı tamamladığınızı biliyoruz. Nasıl gelişti bu durum? Şimdi cezaevinde olup da kendini geliştirmek isteyen, temizlenmek isteyenlere tavsiyeleriniz neler olur?
O dönemler Yargıtay ve Danıştay, öğrenci yanlısı olarak gereken kararları hemen çıkartıyordu. Ben gardiyan eşliğinde okula gidiyordum. Gardiyan bahçe kapısında bırakırdı. Gardiyanlar okuldakilerin benim nerden geldiğimi bilmemeleri için çok gayret ederdi. Çünkü sınıf arkadaşlarımın cezaevinde kaldığımı bilmemesi daha doğruydu. Cezaevi idaresi ve başsavcılık okula giden öğrencilere karşı çok hassas davranırdı. O zamanlar herkes birbirlerini ajan gibi görürdü okulda. Fark ettikleri zaman diğer insanların bizi dışlaması çok olağandı. Ara tahliyede okulda yatıp kalkıyordum. Pikeyi üzerime çekip tek başıma ağladığım günler çok olmuştur. Ben bu yaşadıklarımı göz önünde bulundurduğumda özellikle hapishanede yatan gençlerin sosyal aktivitelere katılmasını çok önemsiyorum. Çünkü kişi önce kendisi ile barışmalı. Eğer birey bu tür sosyal etkinliklere katılmazsa kendisine olan saygısı bitmekte ve bir başkasının hakimiyetine geçmekte. Bu da bireyi yalnızlığa ve tükenmeye götürür.
BEDİÜZZAMAN GERÇEK BİR AYDIN
Hayatı cezaevleri, sürgünler, zehirlenmeler, ev hapisleri, taciz ve hakaretlerle geçen bir âlim Bediüzzaman. Cezaevlerinde kaldığı zamanlarda hapishaneyi bir medreseye çevirerek asayişin muhafaza edilmesine vesile olmuştur. Hatta kendisinin de ifade ettiği gibi, cezaevlerinde çok büyük suçlardan kalan insanlar Risale-i Nur dersleri sayesinde bir tahtakurusunu dahi incitemeyecek hassasiyete sahip olmuş. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Aydın sözcüğünü farklı kullanan bir ülkedeyiz biz. İşte gerçek aydınlık bu. Peygamberimiz de bunu emir buyurur, âlimler de. Böyle yaklaşımların doğru olduğuna inanıyorum. Siyasî yapılaşmayı görmeden, bu ülkenin fertleri olduğu için, bu tip insanları ben zaten her zaman saygıyla anarım. Meselâ din adamlarımız var cezaevlerinde. Onlar da her hafta mahkûmlarla toplanıp konuşur. Ve hakikaten kendini bu vesileyle toplayan birçok mahkûm gördük. Bizim sosyal proje dediğimiz tiyatro da direkt insanın ruhuyla ilgilenir. İnsanî ruhu yakalayamazsan zaten bu mesleği yapamazsın. Aydın din adamları da bu. Artı zulmü gören kişiler zulüm görenleri daha iyi anlar. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın kavgalarını, içeride ve dışarıda uğraşlarını okudum. Çok saygı duyuyorum. Ben yapı olarak hep her iki kültürde büyüdüm. Ailemizin bir kısmı Alevî gruptu, bir kısmı Sünnî gruptu. Ama biz diyorduk ki, ortak bir nokta var.
Üstad Hazretleri’nin de dediği gibi; “Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir bir bir yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir, bir...”
Evet. Onun için kabullenirim herkesi. Din konusunda hakaret boyutuna gelmedilerse gülümserim. Ama hakaret noktasına getirenlere karşı da dik durmayı bilirim. Kendi kendime şükrederim ben. Şükür namazı kılarım, kimseye de göstermem bunu. Çocuklarımın bazıları yakaladı beni, sordular “Baba ne yapıyorsun bu saatte?” diye. Bunu ben kendimce cezaevindeyken de yapıyordum. Herkesin bir dünya görüşü vardır ve inancı vardır. Dünya görüşü inancına ters düşemez. İnanırsın ve dünyayı görürsün. En büyük düstur benim için: “Kul hakkıyla Allah’ın karşına çıkmamak.”
SİZLERİN VERGİSİ BENİM KURSAĞIMDAN GEÇTİ
Siz de herkesle helâlleştiniz... Oyunlarınızın sonunda sahneye çıkıp helâllik istediğinize şahit olmuştum.
Helâlleşiyorum. Ve karşımdakinin suçunu bile sormuyorum. Suçunu öğrensem belki helâlleşemem. Ama hayır, ben onları Yaradandan ötürü çıplak görüyorum. Amelleri neyse hepsi kendilerine ait diyorum ve hepsiyle helâlleşiyorum. Çünkü ben sizlerin ailelerini tanımam, ama onların vergileri benim ve çocuklarımızın kursağından geçti. O yüzden ben hakikaten ülkemin insanını seviyorum. Ama benim değer yargılarıma saldırmamaları gerekiyor. Meslekte de böyleyim ben.
EVDE BÜTÜNLÜK OLMAZSA, SOKAKTA DA BÜTÜNLÜK OLMAZ
Size teklif edilen rolleri oynarken de dikkat ediyorsunuz bu duruma değil mi? Bunu hissedebiliyoruz oyunculuğunuzda...
Yabancılarla çalıştığım oluyor. O zaman diyorum ki, bana gelen rol ne ülkeme ne dinime küfretmeyecek. Ben neye hizmet ediyorum buna bakarım. Ona göre de karar veririm. Bazı grupların filmlerinde de oynadım. Öbür taraf dedi ki, “Neden oynadın?” iyi de kardeşim ben alkoliği de oynadım, imamı oynadığımda farklı mı oluyorsun yani? Alkoliği oynadığım için mi alkış tutuyorsun sen bana? O zaman öbür tarafta bağımsız bir din adamını, Müslümanlığı kendine düstur edinmiş adamı da rahatlıkla oynarım. Oynamak için de güvendiğim bir din adamına bunu sorarım. Derim, “Ben böyle bir rol oynayacağım, namaz kılacağım.” Dindeki yerini, hassasiyetlerini dikkatlice öğrenirim. Onun için konuşmamız hep onun üzerinde gibi olsa da önce dinin emrettiklerini yapıyorum ben. Temizlik, intizam, topluma, komşuna ahlâkî bakış... Ülkede bazı şeyler yitirilmeye başlandı. Bu beni rahatsız ediyor. Bizim zamanımızda yetişme olgusunda, komşu ve mahalle olgusu vardı. Herkes kendi evinde bir bütündü. Tabaklarımız ayrı değildi. Tek kaptan çorba içerdin. Tek ağız tadıyla yerdin, paylaşırdın. Ne zaman tabaklar masada ayrılmaya başladı, sen tuzlu yedin ben tuzsuz yedim, senin odan, benim odam, senin telefonun, benim televizyonum demeye başladık, toplum birbirinden kopmaya başladı. Ortak dil aile içinde konuşulmadığı zaman, sokakta da aynı dil konuşulmaz. Evde bütünlük yoksa sokakta hiç bütünlük olmaz. Bizi birleştiren şey bu yüzden inançtır. İnancı kimse suistimal etmemeli. Alevi kültürünü de çok iyi biliyorum, Sünnî kültürünü de çok iyi biliyorum. Birinden aldığımla diğerinden aldığım güzeldir. Tarhana çorbası, aşure gibi... Her şey vardır içinde, ama ortak bir tat vardır. Bu ortak tat ülkemin her köşesinde, köyünde, kentinde, kasabasında ortak dili kurduğun an tat aynıdır. Ben ona bakarım, “Ahmet bana böyle dedi, ben öyle düşündüm” yok. Düşüneceğim ve yapacağım işlerde hep kendimce bir arındırma getiririm. Konya’ya gideriz misal turnelere, Mevlânâ’ya gider kapılar kilitleninceye kadar kalırım. Kendimce arınırım. Çünkü ben dünyanın en düzgün, en namuslu adamı değilim. Benim de bir sürü hatam vardır, egolarım vardır, insanları kırabilirim... İşte orada da kendimce özür dilerim, bağışlanmak isterim. Irk konusunda da çocuklarıma inanç sisteminde herşeyi gösteririm. Bazen ırk anlamında sorarlar “ Baba biz neyiz?” diye. “Sen, sensin.” derim.
SAHNEYE DUA ETMEDEN ÇIKMAYIZ
18 yaşında girdiğiniz cezaevinden 26 yaşında başka biri olarak çıkmıştınız. Ve geri döneceğim buraya dediniz, ama “başka biri olarak” nasıl başladı bu serüven?
Bugünkü oyunumda da bahsettim. Buranın havası yok, güneşi yok, kapalı bir ortam. İçerdeki insan için hayat dikdörtgen. Çünkü bir havalandırmadan gördüğü sınırlı şey o hayat. Şimdi sen bir şeyler yapmak istiyorsan bu topluma, sınırları kaldırarak yapman lâzım. Sınır koyduğun zaman ötekileştiriyorsun demektir. Kendinden uzaklaştırırsın onu. Adam tutuklanıyor ki, bir sebepten dolayı. Ailesine deniyor ki, şu kadar parayı verirsen kocanı kurtarırım. O kadın o parayı nereden bulacak? Adamın yaptığı eylemi bu sefer kadın yapıyor. Adam çıkıyor kadın giriyor. Bu çarkların birileri tarafından durdurulması lâzım. Suçlunun avukatını devlet veriyor şimdi. Ama bunlar ciddî şekilde kontrol edilmeli, denetlenmeli. Yani ülkemizde herkes birbirinden bir şey bekliyor. Hayır, biz bir şeyler yapalım. Benim projemde gönüllüler profesyonel olmadan yapamaz. Misal siz bugün içeri rahat girdiniz. Biz? Bizim girişimizi çekseydiniz “Aa pardon.” derdiniz. Biz ayakkabıya kadar her şeyimizi çıkarırız. Ötmemesini sağlarız. İdareden rahat geçmeye bakarız. Çünkü senin girdiğin yerde Ağustos’ta kar yağsa senden bilirler. Çünkü dışardan gelen sensin. Mesele bu kadar basit. Kurallara uyacaksın. Uyarken de o insanları yok etmeyeceksin. Onların da birey olduğunu, onun da Yaradandan olduğunu bileceksin. Kendi kendimizi toparlamamız gerekiyor. Ancak böyle düze çıkacağımıza inanıyoruz. Ve gönüllük esasıyla yapıyoruz. Evlâtlarımla bir duâ etmeden çıkmayız sahneye. Çünkü sahne bambaşka bir dünyadır. Dilin dolanır, kaşın kalkar her şey bir anda biter. Öyle bir şey ki, ağzından çıkan net. Sinema değil ki, al bir daha montaj yap. Ağzından çıkıyor ve gidiyor. (başkası) Bizim hocamız der ki, senin sahnede heyecanlanman senin muhatabına verdiğin önemi gösterir. Dolayısıyla her sanatçının her sahnesinde heyecanlanması gerekiyor.
Biz avantajlıyız, bize burada Allah razı olsun diyorlar.
TAŞIN ALTINA ELİMİZİ KOYDUK
Gençliğinin en verimli yıllarını hapishanede geçiren Turgay Tanülkü küsmeden, öfkelenmeden ülkesine ve ülkesinin evlâtlarına kucak açıyor. Suçsuz olduğu anlaşılınca hapishaneden çıkan Tanülkü, “Bir gün buraya geri döneceğim, ama başka birisi olarak” demiş ve dediğini de yapmış. Bizlere barışı ve sevgiyi cezaevlerinin tiyatro sahnesinden anlatan Tanülkü, “Herkes başkasından bir şeyler bekliyor. Biz buradayız dedik ve taşın altına elimizi koyduk” dedi.
Cezaevlerinde tiyatro yapmak daha farklı ve zor bir mesele olsa gerek?
Cezaevinde tiyatro yapmak farklı bir şey. Bir mahkûmu bir de yönetimi anlaman lâzım. Sunum yaptığın kişilerin yapısını anlaman gerekiyor. Bazı yerlerde din adamları diyor ki “Helâl olsun vallahi biz de böyle yaklaşıyoruz insanlara.” Çünkü kafasında bir soru işareti var. Meselâ bir sürü müdür arar oyundan sonra “Cezaevi bir aydır sakin.” derler. Çünkü adamlar onu düşünüyor. Tunceli’de yer olmadığı için havalandırmada oynamıştık. Çıktık adamlar hâlâ oturuyor orda. Dedim, ne yapıyorsunuz? Dediler hâlâ oyunu seyrediyoruz. Kafasında seyretmeye başlıyor. Biz bir kere avantajlıyız, kimin seyircisi Allah razı olsun diyor, bu zamanda. Bize diyorlar. Bunu sen parayla alabilir misin? Sayfalarca duâlar yazıyorlar bize. Aileleri mesaj atıyor, duâ ediyor bize. Bundan değerli bir şey var mı? Onun için mutluyuz. Yaptığın iş insana yönelik bir iş olunca zor gelmiyor hiçbir şey.
Gençken bana işkence yapan adamı yıllar sonra oyunumda asistan yaptım
Teknolojik donanıma sahip lüks salonlarda değil de cezaevi salonlarınızda tiyatro oynamayı seçtiniz. Bu süreçte sizi en çok etkileyen anılarınızdan bahseder misiniz?
İnsanlar dört duvar arasında kendilerine özel bir şey yapamaz. Kafalarında oluşturdukları bir oyuncuyu karşılarında görmek, onlar için farklı bir dünya oluyor. Çünkü ben onlardan birisiyim. Bunu da hiçbir zaman unutmadım. Bu kişileri oynadığın zaman dışarda bekleyen ailelerine bunu anlatacaklar. İşte Turgay Abi şöyle yaptı böyle yaptı, mutlu olacaklar yani. Kişi karşısındaki insanın onu anlamasını bekler. Benim ekip onu anlıyor işte. Gözyaşların birikimi, âşığın gitmesi... Bunlar hoş gelen şeyler. Düşünün daha önce bana işkence eden adam cezaevine düştü. Ben de tiyatro yapıyordum o zaman. Onu kendime asistan yaptım. Yani ilk önce kendimi tedavi etmek istedim ona karşı. Aylar geçtikten sonra orijinal ismiyle ona hitap ettim. Şaşırdı. Benim adım o değil, dedi. Yok senin gerçek adın o, dedim. Ben “konservatuar bülbülü”yüm, dedim. O zaman beni içeri aldıklarında öyle demişlerdi bana. Hemen bırakmak istedi. Dedim, bırakırsan mahkûma senin kim olduğunu söylerim, onlar da seni affetmez. Ve hâlâ görüşüyoruz onunla. Dünya görüşü olarak çok zıt insanlarla karşılaşıyorsunuz, ama bugün de gördüğünüz gibi öpüyorum, sarılıyorum. Çok zor bir iş bu yaptığım. Şöyle bir şey var; bu adamlar içerideler tamam, ama acı verdikleri insan da dışarıda. İki taraf da sıkıntılı. Bayrampaşa’da hastanede bir mahkûm yatıyordu, morali bozukmuş, beni istemiş. Gittim ben de, dinledim. Çıkışta bir anne bedduâ etti bana. “Oğlumun katilini sen tiyatroda oynatıyorsun Allah senin cezanı versin” dedi. Gittim yanına elini istedim öpmek için. Vermedi. Dedim, “Dur bir, beni iki dakika dinle sonra bedduâna devam edersin. Ya içerdeki senin çocuğun olsaydı ve birini öldürmüş olsaydı. Ne olacaktı düşüncen?” Elini verdi, öptük. İnsan kendisine acı veren ne ise ona bir tepkisi var. O yüzden insanın hastaneyle hapishaneye ne zaman düşeceği hiç belli olmaz. Yoldan karşıya geçerken araba çarpar hastanelik olursun, arabanla giderken yolda birine çarparsın hapishanelik olursun. Herkes önce haddini bilecek sonra şükür edecek. Bunu biz unutuyoruz. Çıktık dışarda havayı soluyabiliyoruz, geldik burada çay içiyoruz. Bunun şükrünü eda edebilmemiz gerekiyor. İnsanlar hep düzenin bu şekilde gideceğini düşünüyor ve rahatlıyor. Haberleri yürekten dinlemiyor, kulağıyla dinliyor. Yüreğiyle dinlese savaşlar biter. Sen şu an belki Turgay’ı yenersin, ama seni de gelip Ahmet yener. Bunu düşünmüyor kimse. Sürekli bir başkasını aşağılamak, kötülemek, hayır demek...
Böyle bir dünya olamaz!
Nereye gidiyoruz peki hocam?
Çocukluğumda gazete satardım ben mahalle mahalle dolaşıp. Manşet de Pakistan savaşıyor... Pakistan hâlâ savaşıyor. Böyle bir dünya olamaz! Onun için İsrail’i, Suriye’si şusu busu baktığımız zaman yok olan insanlık... Bunlara dur demenin zamanı geldi.
Cezaevindeki insanların çocuklarına babalık ettiğinizi, onları okuttuğunuzu biliyoruz. Hiç bu sevdadan kendinizi emekli etmeyi düşündünüz mü, enerjinizi nerden alıyorsunuz?
Dışarıdaki sesler çok güzel. Turgay merhaba diyor, adam. Ama öyle bir yere geliyorsun (hapishaneye) merhaba diyecek adam bulamıyorsun yanında. Bu acı... Ayağa kalkış nedenim benim çocuklar. Cezaevlerine dönüş nedenim çocuklar. Kendi kendime kaldığım zamanlar hiç kimse yokken, diyorum ki çocuğumu arayayım. Çünkü onlar telefonu babam diye, açıyor. Şakalaşıyorlar. Savcı olan kızım Sultan hepsine telefonu sevgi sözcükleri ile açıyor. Ama o kadar güzel bir şey ki. Onlar da meselâ “ablayla konuştum” diyor, acayip mutlu oluyorum ben. İşte bunlar ayakta tutuyor. Çünkü ben yoksul bir ailenin çocuğu olmama rağmen onurluyduk. Şükretmeyi bildik. Yolumuz bu dedik, evim olsun, yatım olsun, son model bir şeyim olsun diye kendimizi hiç yırtmadık. Turgay Tanülkü olarak, Zehra olarak vay şuyumuz olsun diyene para biriktirdik ne kavgasını ettik. Bu sene bir ev alalım bari dedik, ölüp gideceğiz. Beceremedik hemen vazgeçtik. Şimdi eğitim merkezi var. Onu açmaya çalışıyoruz. Onu açacağız inşallah. Bunlar 11 kişi büyükler. 11’i orayı yönetir. Bu zincir devam eder. Kimseye minnet etmeden o çocuklarımız çoğalır. 23 kişinin 23’ünün de birbirinin ne yaptığından haberi vardır. Çıktı mı çıkmadı mı, karnı tok mu pazarı görüldü mü? Çekim yerinden elbise verirler bana. Ben temiz bakarım çocuklarımdan birine veririm. Zehra elbiselerini temizler onların. Kendine ne alıyorsa onlara da alır. Abla büyümüştür paltosu dar gelir öbür kardeşe verir, o da. Hiç kimse gocunmaz orada. Sultanın yattığı yatak öbür kardeşe geçti. Ablamın yatağı diye yatar oraya. Bana yeni yatak alın demez. Sultan savcılığa girdiği gün biz ona telefon aldık. Önceden takoz bir telefonu vardı. Bir günden bir güne bana “Baba bu bana yakışmıyor genç kızım bana yeni telefon alalım” dememiştir. En basitinden kontör gönderirsin, “Baba niye gönderdin benim kontörüm var” der. Kendi özünde bunu yapamazsın. Baba şunu istiyorum, der evlât normalde, ama bizde öyle bir şey yok.
En küçüğü kaç yaşında?
Üç yaşında. Onu da yeni aldık cezaevinden. Sultan tayini çıktıktan sonra onu yanına alacak. Onu büyütecek inşaallah.
Said Nursî onca acıya rağmen hiç belâ okumamış
Farklı kesimlerden dostlarınızın olduğunu biliyoruz. İnsanlarla aranızı nasıl böylesi sıcak tutabiliyorsunuz?
Biz ülkemizde çok avantajlı ve hoşgörülü büyüdük. Dolayısıyla bu kültürle yetiştiğin zaman herkes senin dostun. Benim Hıristiyan, Musevi, güneşe tapan arkadaşlarım bile oldu, ama ortak nokta ne? Bir ateistin “Allah’a inanmıyorum.” demesi bile Allah’a varlığına inanıyor olduğunun delilidir. Yani var, ama ben kabul etmiyorum. Espri olsun diye söyleyeceğim. Meselâ deniz kıyısında güneşlenirken kimsenin aklına Allah gelmez genellikle. Ama bir deprem olsun bildiğin tüm duâları okumaya başlarsın. İşte bu miras olgusundan kaynaklı kimisi hem kendini bulma adına hem dini bulmak adına hem de insanlara ulaştırmak adına çalışmışlar. Dürüst bir pencere açmışlar kendilerine. Benim pencerem bu. Bütün kavgaların, savaşların nedeni de bu zaten. Kendi kendine çelişmenin kültürsüzlüğe dayandığını düşünüyorum. Onun için biz din olarak, anlayış olarak barışçıl insanlarız. Meselâ o kadar acılar çekmesine rağmen Nursî’den bir bedduâ duymuyorsun. Kimseye belâ okumamış. Bu benim çok dikkatimi çeken bir noktaydı. Ondan çok rahatım. Bu yaşanmışlıklar ve öğretiler bana yol gösterdi hep. Yaradandan ötürü her insanı seviyorum.
Gençler sevgiden çıksın yola
Siyasî bir suçtan hapse girmiştiniz ve belli bir süre sonra çıkmıştınız. Ama gençliğinizin en önemli dönemleri orada geçmiş oldu bir kere. Şimdi de piyon olarak ön safa sürülenler hep gençler. Bu durumları yaşamış bir olarak o gençlere ne tavsiyede bulunurdunuz?
Kendisini, ailesini ve ülkesini sevmesi gerekiyor gençlerin. Yola sevgiden çıkacaklar. Bu noktaları yakalarsa insanlar, yapıcı gitmeye başlarlar. Sevdiğim bir sözcük var: “El elin eşeğini türkü çağırarak ararmış.” Yani biz birbirimizi anlarız. Bu ülke ne zaman barışçıl çığlıklar duymaya başlasa dışardan birileri saldırıya geçer. Çünkü her ülkenin, emperyalistlerin umudu var bu ülkeden. Verimli arazilerin var, yeraltı kaynakların var. Anlaşmalarla yıllar önce mahvetmişler zaten bizi adamlar. Biz bir bütün olup yeraltı kaynaklarımız kendimiz işlemeye başlarsak, değerlerimize sahip çıkarsak bir başkası bizi kontrole alamaz. Birleşik olmayı yakalayamadık biz. Ne zaman yakaladık? İşte darbeler oldu, insanları öteleştirdiler. Her iki tarafın aydınları yok oldu. Toplum pasifize oldu. Kendilerine göre aktif siyasetçiler ön plana çıktı. Misal Gezi olayında barışçıl bir olay için insanlar bir araya geldiler. Ama iki gece içinde her şey değişti. Benim çocuklarım da vardı. Çekilin, dedim. Çünkü ben çocuklarımı sokaktan aldım, ama sokağa bırakmam. Yani illa ki bir başkasının çocuğunu ötelemek gerekmiyor burada. Çocuğu kendi çocuğun gibi görürsen barışı o zaman yakalarsın. Önde oturanların çoğu anne babalardı ve arkadakiler de evlât. O düsturu yakalayabilmeli ki, bunda da din acayip büyük bir silâh bizim için. Barışa bununla ulaşacağımızı düşünüyorum. İnsanlar ülkeye genel olarak bakmaya başlarlarsa biz barışı zaten yakalarız.